RestoraTÜRK

  • Yazı boyutunu yükselt
  • Varsayılan yazı boyutu
  • Yazı boyutunu düşür
Paylaş

Oçen Jalko


Yeni çıkan kitaplar arasında uzun zamandır böyle hoş, rahat tavırlı, zevkli okunan bir esere rastgelmemiştim. Daha ilk sayfasından îtibâren beni sardı. Âileyi yakından tanıdığım için bu iki yıllık ayrılığı ne zorluklarla yaşadıklarını az çok biliyordum. Fakat dönüşte bu lezzette bir kitap ortaya çıkınca, kendi adıma, o zorluklar helâl olsun dedim. Âilece ne derler bilmem. Fakat ben Nezihi Bey’e çok teşekkür ederim.

“Aziz kardeşim, hemşerim Leylâ Erdal’a ziyâde muhabbet ve şükranla!

Ahmet Nezihi, ilkokulu beş ayrı okulda okudu. Beşinci sınıfın ilk dönemi bittiğinde dört işlemi beceremiyordu.

 Babası son bir ümitle halasının yanına yolladı. Maraş’ta (şimdi ‘Kahraman’ diyorlar) Turan İlkokulu’ndan mezun oldu. Sonrasını ne siz sorun ne o söylesin. Okuyor, düşünüyor, film seyrediyor.

Tüliş’e, Mâfuş’a ve Efiş’e”

Tevâzû, bilgi, san’atkâr bir ruh ve nükte = Ahmet Nezihi Tûran. Bakmayın siz ilkokul beşinci sınıfta dört işlemi beceremediğine. O, okuyan, düşünen, duyan ve yorumlayıp insan yetiştiren bir aydındır.

İthaf yazısında Tüliş dediği, sevgilisi ve eşi Tülây Tûran; Mâfuş: Biricik kızı Mâhur; Efiş de on dört yıllık kedileri ismiyle müsemmâ Efe’dir, yâni âilesidir.

Kitabın ismi olan Oçen Jalko (Ôçin Jâlka olarak okunur), “çok yazık” mânâsına gelen bir tâbir. Günlük dilde çok kullanılıyormuş. Yazarımızın gönlü Kırım gerçeğini, bu gerçeğe romantik bakanları, bakıp da görmeyenleri, yaşadıklarını, duygularını ve daha pek çok şeyi ifâde etmek için “Çok Yazık” demeyi münâsip görmüş.

Bir büyük akıl sâhibi şöyle özetlemiş: “Bu dünyâ hayâtı üç gündür. Gelmek-çekmek-gitmek.” Çilehâne yâni. Rahat, huzur, bolluk, neş’e, eşitlik, barış gibi nesneler; insanın ancak ve ancak rûhen, belli bir seviyeye yükselebilmesiyle mümkün. Ve insan bütün ömrünü yazsa, belki sâdece bir günde okunup bitirilecek bir metin ortaya çıkar. Nezihi Bey de, bu düşünceyle mi bilmem ama, kitabının adını Ôçin Jâlka, Üç Günlük Dünyâ, Bir Günlük Hikâye olarak tesbit etmiş. Yine de doğrusunu kendilerinden dinleyeceğiz.

Kitapta, Nezihi Bey’in Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı tarafından gönderildiği Kırım’dan edindiği intibâları anlatılıyor. Şahsî yanının ağır bastığını kendisi söylüyor. İçinde yazarın olmadığı günlükleri sevmiyor. Romantik, nostaljik veyâ ideolojik yazılardansa; samîmî, gerçekçi, zaman zaman hissî ama her an ciddiyetle karışık çok tatlı bir nükte havası olan kendi türünü tercih ediyor ki, bence haklıdır. Kitap da öyle kaleme alınmış zâten.

Eserde, her birinin isimleri birbirinden ilginç, ayrı tadlarda, hüzünlü, içli, sıcak, tabiî ve acı muhtevâlı otuz beş bölüm var.

Kırım’a nasıl gittiği, nerde ve hangi şartlarda kaldığı, kimlerle görüştüğü, kendilerine Türk demeyen Türkleri hangi yönleriyle tanıdığı, Kırım’ın târihini, O’nun kimler elinde îmar, kimler elinde zebûn ve harâb edildiğini anlattığı bölümler…
Anlayışsız mesâidaşlarını, tanıdığı temiz, iyi insanları, memleketine olan îtimâdının nasıl arttığını(!), Kırım’ın köylerini, efsânelerini, masallarını, telâffuz özelliklerini, atasözlerini, velhâsıl aklınıza gelebilecek her yönden bakmayı ve görmeyi bilen bir aydının gördüğü her şeyi, akıcı ve tatlı üslûbuyla anlattığı kâh hüzünlü kâh mizâhî yazılar, mektuplar, hâtıralar…

Zaman zaman Ahmet Mithat Efendi’yle karşılaşıyorum. Hani roman akıp giderken birden ortaya çıkar ve: Görüyor musun, işitiyor musun ey kârî? Şu adamın yaptığı iş ahlâka sığar mı? deyiverir ya, işte ona benziyor: Mihail Vasileviç Frunze’nin Türkiye Hâtıraları’ndan bahsederken söylediği sözler gibi:

“Millî Mücâdele’de Sovyetlerden alınan –tartışmalı- yardımın arkasındaki kişilerden biri olmasına hürmeten 1928’de Taksim Cumhûriyet Anıtı’na heykeli yapılanlardan biri de oydu (diğeri Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov). İşte adam o gelişini ve sonra dönüşünü yazmıştı.

İyi ki yazmış. Sağlam gözlem gücü, kıvrak kalem ve rafine kültür yüz sayfaya sığmış. Batum’dan çıktığı yolculuk onu Yahşihan’a, şu benim üniversitemin olduğu yere kadar getirmiş. Kızılırmak’tan ulaşım alanında yararlanılmamasına şaşıyor (bizse bugün her gün binlerce yolcu imkânı olan Ankara-Kırıkkale arasında doğru dürüst bir tren ulaşımı sağlanamamasına şaşırmıyoruz). Nehirden sazan, som ve çebak balıklarının çıktığından bahsediyor. Yahşihan tren istasyonunda bir yaşlı binbaşı karşılıyor, birliği Türkçe selâmlayarak onları şaşırtıyor. Bizimkilerin Ukrayna hakkında bilgisi yok, hepsini Rusya zannediyorlar. Onlara târih, etnografya, coğrafya açıklamaları yapıyor ve anladıklarını düşünüyor. Anlamazlar aslanım, ben de çok denedim netîce çıkmıyor. Sonra anlasalar n’olacak?”

Kitabın neredeyse her bölümünde temâs edilen bir gerçek de, dildeki karmaşadır. “Büyük sürgünde Özbekistan’a gidenler, orada şîvelerinin büyük kısmını unutup Özbek şîvesi konuşur oldular. Vatana dönenler ise hâkim ve rafine Rus dili ve kültürünün tesirine girdiler. Çocuklar ve gençler aralarında Rusça konuşurken kendi millî gelenekleri de koflaştı. Âdetâ Türkçe-Tatar şîvesi konuşmaz veyâ konuşmaktan çekinir oldular. Ve tabiî târihlerini bilmiyorlar. Yüzde onluk bir azınlık olarak kendi vatanlarında ezik, yorgun, mânevî hayattan mahrum, bir takım cemâatlerin ve bol paralı Vehhâbîlerin telkinlerine açık bir Türk topluluğu var orada.”

“Derd çok, hem-derd yok, düşman kavî, tâlî’ zebûn…”

“Efendim” diye başlayan mektuptan: 

“Alim Kiyev’de Türkoloji yüksek lisans eğitimi gören bir Tatar genci. Akmescid’de Kırım Devlet Sanâyî ve Pedagoji Enstitüsü’nde açılmasına vesîle olduğumuz Türkoloji Araştırma Merkezi’ne bizi ziyârete geldi. Kırım-Tatar Dili ve Edebiyâtı Bölümü’nün genç asistanlarıyla oturuyoruz. Dilimizin yumuşaklığına ve zarâfetine hayranlıklarını ifâde eden bu gençler yine beni dinlemeyi tercih ediyorlar. Alim, mâsumâne soruyor: “Sizde Kürtlerin istedikleriyle bizim buradaki taleplerimiz aynı değil mi? Okullarımız olsun, eşit haklarla yaşayalım, kültürümüzü yaşatalım istiyoruz. Onlar da öyle, niye ceng ediyorsunuz?” diyor. O aslında mâalesef buradaki umûmî kanâati dile getiriyor. Biz kendi soydaşlarımıza dahî bu meseleyi anlatmayı beceremiyorsak kime anlatacağız, diye düşünüyorum önce. Sonra dilim döndüğünce anlatıyorum.

Bizim Kırım sâhillerini Cenevizliler’den aldığımızı, şimdi Tatarlar demeye alıştığımız Türkler de ilk geldiklerinde Kırım’da neredeyse bir Allah’ın kulu Rus’un yaşamadığını, burada Kırım Hanlığı adıyla bir devlet, Bahçesaray, Akmescid, Karasupazarı, Gözleve gibi şehirler kurup her tarafı îmar ve ihyâ ettiklerini, Rum’u, Ermenisi, Yahudisiyle birlikte yaşamak tecrübesi oluşturduklarını; Osmanlı’ya tâbî olup dışarıdan gelen tehlikelere berâber göğüs gerip birlikte neşelenip ağladıklarını anlatıyorum. Bir gün Rusların gelip bütün bu güzellikleri yok ettiklerini, Osmanlı’nın da mukâvemet edecek gücü kalmayınca sonunda vatanlarını kaybettiklerini hatırlatıyorum.
Ayrıca ona, Osmanlı’nın burayı resmen ve hukûken bırakmadığını göstermek üzere 18. asır sonlarından îtibâren Çarlar Yalta’ya yazları dinlenmeye geldiklerinde bir Osmanlı subayının İstanbul’dan gelerek onlara “hoşgeldiniz” dediğini, bu seramoniyi 1914’e kadar sürdürdüklerini, son olarak Talat Bey’in II. Nikola’ya aynı muameleyi yaptığını, Çarlığın da buna hiçbir zaman îtirâz etmediklerini, birinci harbden bugüne kaybettiklerimize hep muvakkat gözüyle baktığımızı, zâten başka türlü yapamayacağımızı, bunun bizde bir refleks olduğunu, bugün de işte bu yüzden burada olduğumuzu söylüyorum.
Kürt meselesini de açıklayıp buradaki problemle gayri kâbil-i mukâyese olduğunu îzâh ettikten sonra Alim’in tepkisi şu oluyor: “Bütün söylediklerinizi kabûl ediyorum”.
O zaman Anne’min “bana verseler, imkânım olsa Kürt meselesini çözerdim” deyişini ve bunun gerçek anlamını kavrıyorum. Bu kapıda duyup dinlediklerim, kısmen anladıklarım, nasıl da yol gösteriyor bana.. “Çözerdim” kararlılığının fantastik bir iddiâ olmadığını, bu zehâba benim de zaman zaman kapıldığımı îtiraf ve îtizâr ederek, ifâde etmek istiyorum.”

Bu mektuba yazılan cevâbın sâhibi ise yazarımıza şöyle ümit veriyor:

“Senin gibi şuurlu, sorulan suallere cevaplar verebilecek îmanlı, gönüllü bir Türk; onlar için de semeresini ileride verecek bir rahmet elçisidir. Sen tohumları ek, yeşertmesi Cenâb-ı Hakk’tandır.”

Anladığım o ki, Türkiye’de ve diğer Türk topluluklarında yaralar, dertler aynı, devâ da aynı elden gelecek.

““Fatma Hanım, annesi; çocuklarına memleket hikâyelerini gerçekmiş gibi anlatırmış: “Bizim köyde asırlık çınar ağaçları vardır. Sürgüne gideceğimiz vakit en kıymetli kitaplarımızı işte o ağaçların gövdelerine, daha evvelden yapıp kamufle ettiğimiz dolaplara yerleştirdik, anahtarlarını da gömdük. Sizler büyüdüğünüzde oraya varıp, dolapları açıp o kitapları okuyacaksınız.”

‘Buna o kadar inanmıştım ki’ diyor Züleyhâ, ‘Kısmet oldu ve biz köyümüze gittik. Hakîkaten büyük dev ağaçlar vardı, ama onların dolapları falan yoktu’. “Nerede?” dedik anneme. O gâyet sâkin, “artık okuyacak yaşa geldiniz, haydi artık okuyun” dedi. ‘Fakat ben hâlâ o ağaçlarda dolaplar olduğu, bir gün içindeki kitapların bulunup okunacağı fikrinden kurtulamıyorum.’ ””

Rahmetli Ekrem Hakkı Ayverdi’nin bir sözüyle noktalayayım:

“Bugün memleketimiz, millete dürbünün tersiyle bakan, taklitçi, ca’lî bir zihniyetin tazyîki altındadır. Hüküm ve kuvvet garb hayranlarının elindedir. Ters dürbün milleti karınca gibi gösterse de, o, Levh-i Mahfûz’da yazılı ezelî kânunların zırhı içinde karınca misâli azığını saklamakta, tefekkürünü, mantığını, yaşama ölçülerini, örf ve âdetini muhâfaza etmektedir. Bunlardan bir tohum kalması kâfîdir. Bir gün onlar yeşerecek, bu Fetret Devri geçecektir.”

 

 

Reklam
Mimarların Buluştuğu Adres
Giriş yaparak üyelerin sahip olduğu birçok bilgiden yararlanabilir ve RestoraTÜRK FORUM'da bütün herşeyi özgürce konuşabilirsiniz...

Hoşça vakit geçirmeniz dileğiyle...

Bu boyuttaki reklamlar için lütfen iletişime geçiniz.




***

kapat