RestoraTÜRK

  • Yazı boyutunu yükselt
  • Varsayılan yazı boyutu
  • Yazı boyutunu düşür
Anasayfa Edebiyat Türk Edebiyâtı Tanpınar'da "Beş Şehir"

Tanpınar'da "Beş Şehir"

BEŞ ŞEHİR

Kitabı tanıtmak vazîfesi verildiğinde, nereden, nasıl başlasam diye epey düşündüm. Elbette sırasıyla anlatırım, çok çarpıcı yerleri de kitaptan okurum dedim, ama nasıl büyük bir hatâ yaptığımı çabuk anladım. Mektepteyken okuduğum Beş Şehir’in dimağımda kalan lezzetini birkaç kırık cümle ile vermek çok zor olacaktı. Her yazdığım cümleyi karaladım, tekrar yazmağı denedim. Zâten zor yazan biriyim; bu eski dostu tanıtmak için iyice zorlandım. Onun için, her ne kadar sürç-i lisân eder isem affola.

Hocası Yahyâ Kemâl gibi, Tanpınar da

Doğu ve Batı kültürlerini iyi bilen ve bunlardan yeni bir terkip meydana getiren adamdır. Roman, hikâye, deneme, makâle, edebiyat târihi, biyografi ve şiir dallarında çok başarılı eserler verirken hep bu terkîbi yaşatmağa çalışmış, yeniyi getirirken millî olmağı bilmiştir.

Tanpınar’ın üslûbu ışıklı, canlı ve rahattır. Yazdığı her cümlede Türkçe’nin ifâde zenginliğini bulur, hayrân oluruz. Büyüklüğü ile iftihâr ettiğimiz ecdâdımızın “Ben yaptım” demeden –şiirde, mûsikîde, mîmârîde ve aklımıza gelen daha pek çok sâhada- yükselttiği âbideleri onun sevimli ve sevgi dolu üslûbu ile tanırken âdetâ coşar, yeniden hayrân oluruz. Bu hayranlık bize bizi sevdirir. Ve bu sevgiyi meydana getiren şey de, Tanpınar’ın üslûbunda gülümseyen güzeller güzeli Türkçemiz ve ihtişamlı mûsikîmizdir.

Beş Şehir; yazarın hayâtının çeşitli devrelerinde gördüğü ve tanıdığı İstanbul, Bursa, Konya, Erzurum ve Ankara gibi beş mücevher Türk şehrinden bahseder. İlk defâ 1960’ta basılmıştır. Kitabın tamâmı 226 sayfa olmakla birlikte, yarısı İstanbul’un evsâfını beyâna ayrılmış, kalan yarısında diğer dört şehirden bahsedilmiştir.

Önsözden önce, eserini, dil, millet ve târih hakkındaki fikirlerinde mutlak tesiri olduğunu söylediği Yahyâ Kemâl’e ithaf ettiğine dâir bir yazı vardır. Önsöze ise şu cümlelerle başlanır:

“Beş Şehir’in asıl konusu hayâtımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır. İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayâtımın tesâdüfleridir. Bu îtibarla, onların arkasında kendi insanımızı ve hayâtımızı, vatanın mânevî çehresi olan kültürümüzü görmek daha doğru olur.”

İSTANBUL
Bundan sonra ise anlatmağa başladığı İstanbul şehrini on beş bölümde ele alır. Tanpınar, İstanbul âşıkı san’at ve fikir adamlarımızdan biridir. Der ki: “İstanbul ya hiç sevilmez, yâhut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir; yâni her hâline, her husûsiyetine ayrı bir dikkatle çıldırarak.”

O da İstanbul’u çok ama çok sevmiştir. “Ne olurdu, çocukluğumda tanıdığım o her şeyi bilen, bir kere öğrendiğini bir daha unutmayan meraklı ihtiyarlara benzeseydim” diye hayıflanır. Çünkü her hâline, her husûsiyetine çıldırdığı İstanbul’un hiçbir hâtırasını unutmak istemez. Tıpkı, kitabının başında anlattığı ihtiyar kadının, İstanbul sularını tek tek anarak hummâdan kurtulması gibi, kendisi de yorgun başını İstanbul hâtıralarından dinlendirir.

Bu hâtıralarda neler yoktur ki? Târih olanla târihî olan içiçedir.

İçinde mânen dirildiğimiz ışık ve renkli sebîli, mîmârî harikası olan câmiler, türbeler, her uzvu birbirine bağlı, toplu yaşayan, toplu eğlenen, duâ ve tevekkül yüklü mahalleler ve mahalleliler, canlı ticâret hayâtı, yumuşak çimenleri, her biri bir hikâye sâhibi asırlık çınarlariyle bütün tabiat, san’at hârikası bahçeler, mesîre yerleri, saraylar, köşkler, yalılar, her biri ayrı ayrı övülen saltanat kayıkları, Boğaz safâları, saz geceleri, asırlarca hayâtımıza şekil verip zevkimizi idâre eden şâirler, ışıklı dantelâlarla rûhumuzu besleyen bestekârlar, bütün o mûsikî, kahvehâneler, karagöz, meddah, ortaoyunu, akşam gezintileri, köşeyi dönüverince karşımıza çıkan evliyâ makamları, serin selvileriyle mezarlıklar, mehtâb, çeşmeler, sebiller; târihe yön veren kahraman, âlim, şâir, mûsikîşinas, zarif pâdişahlar, Vâlide ve Haseki Sultanlar, vezirler, yangınlar, tulumbacılar, külhanbeyler, bizi kâh neşelendiren kâh hüzünlendiren bütün bir târih, büyük bir medeniyet, bize benzer o kâinat, her şey…

Tanpınar kâh Bâkî’nin şiirlerindeki sağlamlığı Süleymâniye’nin yapılışını görmesine bağlar, ve şöyle der:

““Çok defâ düşünürüm: Bâkî ile Sinan acabâ dost oldular mı? Süleymâniye’nin yapıldığı yıllarda Bâkî, yirmi beşle otuz arasında bir genç molla idi. Bir yıl kadar da Süleymâniye binâlarının inşâsına nezâret etmişti. Kimbilir, belki de Türkçeyi o kadar kudretle bükmesini burada, nizâmını yakından bilmediği bu sanatın göz önünde, çıldırtıcı bir sağlamlıkla yükselişini göre göre öğrenmişti. 1572’de, hocası ve hâmîsi Kadızâde ile Halep’ten döndüğü zaman elbette ki ilk cumâ namazını, bir vakitler temelleri arasında dolaştığı bu câmide kılmış, onun bitmiş kemerlerine, sütunlarına, şaşırtıcı mihrâbına, Evliyâ Çelebi’nin kendisine has buluşu ile genişliğini, mermer döşemelerinin beyazlığını, “harem-i beyaz”, “ak yayla” diye anlatmağa çalıştığı ve billûra benzettiği avlusuna, zafer kasîdesi kapılarına uzun uzun bakmıştı. Belki de bütün imparatorluğun gurûru olan mîmâra koşmuş, ellerine sarılmış:

“- İlâhi Sinan! Ey susan taşın ve konuşan hacimlerin şâiri; ey maddenin uykusuna kendi nabzının âhengini hepimizin îmânıyle berâber geçiren! Aydınlığı en bilgili terkilerde eritilmiş mâdenler gibi yumuşatıp ondan zaferlerimize hil’atler biçen! Sen bu şehre bütün dünyânın kıskanacağı bir câmi yapmakla kalmadın; insan düşüncesinin erişilmesi güç hadlerinden birini tesbit ettin.” Demiştir. Hayır, elbette ki Bâkî böyle şişkin, böyle taklit dille konuşmazdı; ona daha basit, çok basit ve çok güzel, bir duâya benzer şeyler söylemiştir.”” (Beş Şehir, beşinci baskı Ağustos 1976, Dergâh Yayınları, Sayfa 36-37)

Yâhut küçük rûhâni köşelerin büyüsüne kapılır ve:

“İstanbul, büyük mîmârî eserlerinin olduğu kadar küçük köşelerin, sürpriz peyzajların da şehridir. Hattâ iç İstanbul’u onlarda aramalıdır. Büyük eserler ona uzaktan görülen yüzünü verirler; ikinciler ise onu çizgi çizgi işleyerek portrenin içini dolduran, büyük tevrîdin kurduğu çerçeveyi bin türlü psikolojik hâl ile, yaşanmış hayat izleriyle tamamlayan eserdir. Şüphesiz bunlarda da asıl söz gene mîmarlığındır. Fakat bu mîmarlık Bayezid, Süleymâniye, Ayasofya, Sultan Ahmed, Sultan Selim yâhut Yeni Cami gibi etrâfındaki her şeye kendi nizâmını kabûl ettiren bir saltanat değildir. Bunlar şehrin mahremiyetinde âdetâ eriyip ona karışmış hissini veren küçük câmiler, medreseler, büyüklerin yanından en mütevâzi nisbetlerine indirilmiş çeşmelerdir; ve zâten kendileriyle değil içlerine girdikleri terkiple güzeldirler. Birdenbire hiç beklemediğiniz bir yerde mermer bir çeşme aynası veyâ bir kapı çerçevesi, iyi yontulmuş taştan beyaz bir duvar size gülümser, İki servi, bir akasya veyâ asma, küçük ve üslûpsuz bir türbe, yâhut küçük bir bahçe sanacağınız bir mezarlık orada tatlı bir köşe yapar. İlk bakışta tanzîmi büyük bir gayrete muhtaç olmayan bir tiyatro veyâ opera dekoruna benzeteceğiniz bu köşe, biraz derinleştirilse şehrin târihinden bir parçadır. Türbede fetih günü şehit düşen bir velî yatar. Câmii III: Mehmed zamânının bir defterdârı yaptırmıştır, çeşme I. Abdülhamit sarayının kadınlarından birinin hayrâtıdır. Yanıbaşındaki mezarlıkta, herkesin malı olan bir Hüvelbâkî’nin altında büyük bir hattat veyâ mûsikî ustası gömülüdür.

Bu küçük köşeler kadar çekici ve zevkli şey pek azdır. Bunlar bir yığın inanç, gelenek, sevkitabiî hâline gelmiş zevk ve birçok tesâdüf ve hattâ asırların ihmâliyle olmuş terkiplerdir. Gülü, serviyi yâhut çınarı yetiştiren, her mevsim erguvanı kızartan, salkımların kandillerini asan, tabiatın cömertliğinden başka hiçbir israf ve debdebeleri yoktur. Onlar zaman içinde damla teşekkül etmiştir.” Der. (Beş Şehir, beşinci baskı Ağustos 1976, Dergâh Yayınları, Sayfa 45-46)

“İstanbul’un evsâfını mümkün mü beyân hiç” diyen şâir ne doğru söylemiş. Bizim de maksûdumuz hemen kitabı tanıtmak olduğuna göre, Bursa’ya geçelim.

BURSA

Tanpınar Bursa’yı muayyen bir devrin malı olarak görür. Ona göre fetihten 1453 senesine kadar geçen 130 senede şehir iliklerine kadar Türkleşmiş, aynı zamanda mânevî çehresi de teşekkül etmiştir. Bursa’nın bu hâli yazara “Bursa’da ikinci bir zaman vardır” düşüncesini ilhâm eder.

Târih burada her adımda önümüze çıkar, “kâh bir türbe, bir câmi, kâh bir han, bir mezar taşı, burada eski bir çınar, ötede bir çeşme olur” ve geçmiş zamânı hayâl ettirir. Bursa’da isimler bile bizi mâzîye döndürür: Gümüşlü, Murâdiye, Yeşil, Nilüfer Hâtun, Geyikli Baba, Emir Sultan, Konuralp… Tanpınar’a göre Türkçe’de Ş ve L harfleri dâimâ en güzel terkipleri yapar. Gümüşlü’de bir istikbâl rüyâsı görür ve Osman Gâzî’yi anar; Yeşil adı ona, Orta Asya yaylalarının bahârını ve ilk cedleri hatırlatır.

Yazarın şâirce bir dikkatle üzerinde durduğu bir başka şey de, Osmanlı mâcerâsının bir aşk romanı ile başlamasıdır. Osman Gâzî’nin Malhun Hâtun’a, Orhan Bey’in Nilüfer Hâtun’a, tekfur kızının Abdurrahman Gâzî’ye âşık olmalarına dikkati çeker. Bu notadan hareketle Osmanlı “Devleti”nin kuruluş yıllarında bizi gezdirir. Evliyâ Çelebi’nin “velhâsıl Bursa sudan ibârettir” sözünü alır, şehrin çeşmelerinden bahsederek eski ve yeni Bursa’nın mukâyesesini yapar. Ve tabiî Bursa’nın mânevî çehresini de unutmaz. Geyikli Baba’yı, velî pâdişahları, İsmâil Hakkı Efendi’yi, Muakkad Dede’yi, Üftâde Hazretleri’ni ve Emir Sultan’ı pek çok hâtıraları ve hikâyeleri ile anlatır.

KONYA

Tanpınar, “Konya bozkırın tam çocuğudur” diyerek; şehir ile dıştan sâde içten ise sağlam ruhlu, kendi başına yaşamaktan hoşlanan, zengin duyuşlu Anadolu insanını birleştirir.

Bütün bir Selçuklu târihini gözler önüne seriveren ağır bir üslûpla karşılaşır ve bu ifâdede hakîkaten Konya’yı bulursunuz. Şehri görenler daha iyi anlar, görmeyenler sever ve merâk eder. Yazar için Konya demek Selçuklu târihi, Hz. Mevlânâ ve ona nisbeti olan her şey ile Orta Anadolu Türkleri demektir. Eski Konya’yı mîmârî izlerden adım adım yürüyerek ancak tahayyül etmek mümkündür.

Tanpınar “Alâeddin Tepesi’ndeki köşklerin yüz elli sene evvel nisbeten tam olduğunu düşünürsek, bir imparatorluğun dayandığı medeniyetle berâber inkırâzının ne demek olduğunu anlarız” der. Konya’daki mîmârî ile mânevî çehrenin berâberliği üzerinde durur. Hz. Mevlânâ ve Hz. Şems’den bahsederken cevaplarını bilmek istediği bütün soruları ve tahminlerini sıralar. Ve Hz. Mevlânâ’nın dünyâsı için der ki:

“Onun dünyâsı hareket hâlinde bir dünyâdır. Burada her şey yaratıcı aydınlığın ve aşkın kendisi olan Allah’ın etrâfında döner, O’na doğru yükselir, O’nda kaybolur, O’ndan doğar ve ayrılır, tekrar onunla ve birbiriyle birleşir. Her şey burada birbirini özler, birbirinin aynıdır, birbirine cevap verir. Bu mahşerde ne öldüren, ne öldürülen, ne seven, ne sevilen birbirinden fark edilir.

Şüphesiz bütün bunlar İslâm dünyâsı için yeni şeyler değildi. Hallaç’tan beri tasavvuf, İslâm şiirinin ve hayâtının bütün bir tarafı olmuştu. Fakat Mevlânâ’nın konuşma şekli başka idi.

Aşkın ayrı bir tanrının dîni olduğu eski çağlarda bile hiç kimse ondan Mevlânâ gibi bahsetmemiştir. Sanki alevden bir dille konuşuyordu. Dîvân-ı Kebîr, İbrâhim’in atıldığı ocağa benzer, dışarıdan kavurucu gibi görünen ateş içeride bir gül bahçesi olur.” (Beş Şehir, beşinci baskı Ağustos 1976, Dergâh Yayınları, Sayfa 160)

Nihâyet İç Anadolu türküleriyle karşılaşmasını anlattığı seferberlik zamânına âit bir hâtıradan sonra “Hayır, Anadolu’nun romanını yazmak isteyenler ona mutlakâ bu türkülerden gitmelidirler” hükmünü vererek Konya’dan Erzurum’a geçer.

ERZURUM

Tanpınar Erzurum’a üç defâ gittiğini söylüyor. İlki Balkan Harbi’nin sonunda imiş ve yazarımız o zaman çocuk yaştaymış.

Bu yolculukta ninesinin anlattığı Âşık Kerem hikâyesini ve orada geçen coğrafî isimlere göre dikkat ettiği dağları, ırmakları, çobanları, yıldızları hatırlar ve nihâyet o zamânın zengin Erzurum’una ulaşırlar.

İkincisi I. Cihan Harbi’nden sonradır ve Tanpınar âdetâ şok geçirir. Yanmış yıkılmış şehrin her tarafı âdetâ ölüm kokmaktadır. O canlılık, zenginlik gitmiş, yerine yaşamağa çalışan insanlar gelmiştir. El sanatlarına dayalı çarşısı, yeniliklerin gelmesiyle de, sanki kervanların peşine takılıp târihe karışmıştır. Halbuki bu kervanlar Eski Erzurum’da otuz iki san’atı beslermiş.

Tatlı dilli yazarımız bundan sonra Evliyâ Çelebi’nin de çalıştığı Erzurum Gümrüğü’nden, bu gümrüğün 17. asırdaki ehemmiyetinden, yerli kadınların giyimlerinden, şehrin belli başlı âilelerinden, ulemâ sınıfından, tâtil günlerinin eğlencelerinden, semâi kahvelerinden, mahallî oyunlardan, mûsikîden, mevsimlerden, kürkçü ve çadırcılardan; şehrin uzun süren kışlarının beslediği sohbet alışkanlığı yüzünden her biri biraz nüktedan, biraz da hicivci olan Erzurumlular’dan ve onların nüktelerinden, hikâyelerinden tatlı tatlı, uzun uzun bahseder.

Erzurum Lisesi’nde öğretmenken Atatürk’le karşılaşıp konuşmaları, bir ay fâsılasız süren zelzele, yine orada karşılaştığı Tahsin Efendi’nin daha sonra kaleme aldığı Abdullah Efendi’nin Rüyâları’na tesir etmesi ve tabiî şehrin türküleri ve mîmârî güzellikleri de yine bu hâtıralar arasındadır.

Erzurum faslı, gurûb vaktinde dağların ve ovanın renkten renge girişinin tasvir edildiği cümlelerle sona eriyor.

ANKARA

Ankara şehrini yağız çehreli bir muhârip olarak düşünen Tanpınar, Kale ile Mustafa Kemâl Paşa’nın Kocatepe’ye ağır ağır çıkışını gösteren kalpaklı fotoğrafını muhayyilesinde birleştirir. Şehir ona dâimâ, târihin düğümlerinin çözülüp bağlandığı destânî havasıyla görünür.

Yazarımız Ankara’yı iyi tanır. Her zaman yaptığı gibi şehri gezerken mâzîyi-hâli-istikbâli bir arada tasavvur eder. Sık sık da yeni gelişen şehirle Mustafa Kemâl Paşa’nın hayâtı arasında bir irtibat kurar.

Şehrimiz uzun târihinin şaşırtıcı terkipleriyle doludur. Eski Roma kalıntılarıyla Türk velîlerinin makamları aynı yerdedir. “Dedelerimizin mezarlıklarından çıkan yeşillikler hangi îtikatların etrâfında yontuldukları belli olmayan eski taşları kendi rahmâniyetleriyle yumuşatırlar. Bunların en mânâlısı da İmparator Augustus’un şerefine toprağa dikilmiş mermer Roma mâbedinin kalıntılarıyla, yanıbaşındaki Hacı Bayrâm-ı Velî Câmii’nin berâberce teşkil ettikleri zıtlar mecmûasıdır.”

Tanpınar buradan Hacı Bayrâm-ı Velî Hz.lerinin etrâfında anlatılan menkıbelere geçer ve şöyle der: “Hacı Bayram’ın kâinâtı ve insanı berâberce oluş hâlinde gösteren bir manzûmesi vardır ki, bilhassa bir beyti bu on beşinci asır Türkiyesi’nin âdetâ manzarasını çizer:

Nâgehân ol şâra vardım, ol şârı yapılur gördüm
Ben dahî bile yapıldım, tâş ü toprak âresinde”

Evet.. “San’at da aşk gibidir, kandırmaz susatır” diyen san’atkârımızın eserini yine onun şu satırlarıyla noktalayalım:

“En büyük meselemiz budur; mâzî ile nerede ve nasıl bağlanacağız, hepimiz bir şuur ve benlik buhrânının çocuklarıyız; hepimiz Hamlet’ten daha keskin bir “olmak veyâ olmamak” dâvâsı içinde yaşıyoruz. Onu benimsedikçe hayâtımıza ve eserimize daha yakından sâhip olacağız. Belki de sâdece aramak ve bütün kapıları çalmak kâfîdir.” (Beş Şehir, beşinci baskı Ağustos 1976, Dergâh Yayınları, Sayfa 112)

 

Reklam
Reklam
Giriş yaparak üyelerin sahip olduğu birçok bilgiden yararlanabilir ve RestoraTÜRK FORUM'da bütün herşeyi özgürce konuşabilirsiniz...

Hoşça vakit geçirmeniz dileğiyle...




Copyright © 2002 - 2011 Designed by  
YASAL UYARI