Beşir Ayvazoğlu
30 Eylül 2010, Perşembe
Peyami Safa'nın 1959 yılında Büyük Doğu'da yayımlanmış "Ayasofya" başlıklı bir yazısı vardır. Merhum, bu yazısında, UNESCO'nun başını çektiği bazı kurumların Ayasofya'yı içine alan bölgede bir "Cité Historiquè" vücuda getirmek için teşebbüse geçtiklerini söylüyordu.
Naklettiği herhangi bir dedikodu değildi; UNESCO Türkiye Milli Komisyonu'nda üye olarak görev yaptığı için bizzat şahit olduğu bir olayı anlatıyor, UNESCO Paris Merkezi'nin Millî Komisyon'a kadar intikal eden gayretlerinde Bizantinologların oynadığı önemli rolden kamuoyunu haberdar etmeye çalışıyordu.
Bu teklifi Milli Komisyon'da reddettirmeye muvaffak olduklarını, fakat merkezin ısrar ettiğini sözlerine ekleyen Peyami Safa'nın anlattığına göre, o sıralarda, bu teşebbüse paralel olarak Ayasofya ve civarını Vatikan gibi serbest ve müstakil bir bölge halinde Patrikhane'ye bağlı bir ruhanî merkeze dönüştürme gayretlerine de hız verilmişti. Peyami Safa'nın vardığı netice dikkat çekicidir:
"Din mücadelelerinin sona erdiği bir dünyada yaşadığımıza inanmak gaflettir. Ayasofya'nın müze haline getirilmesi, Hıristiyanlığın İstanbul üzerindeki emellerini bertaraf etmemiştir. Bilâkis cesaretini arttırmış, kışkırtmış ve azdırmıştır."
Kısa bir süre önce Ayasofya'da ayin yapmak için Türkiye'ye gelmeye kalkışan, izin alamayınca İpsala Sınır Kapısı'nın karşısında ayin yapan "Uluslararası Ayasofya Kilise Camiası Organizasyonu"nun teşebbüsü Peyami Safa'nın teşhisini doğruluyor. Bu organizasyonun liderliğini yapan Yunan asıllı Amerikalı Chris Spirou, NTV'de Can Dündar'ın sorularını cevaplandırırken, Ayasofya'nın "Tanrı'nın kutsal bilgeliği, ilmi" anlamına geldiğini söyledikten sonra, "Kimler hangi uluslararası hukuk kapsamında Tanrı'nın kutsal bilgeliğini, ilmini kendi başlarına müzeye dönüştürme hakkını kendinde buluyor? Burada fotoğraflar var, kediler, fareler var. Nasıl bir müze orası?" demiş.
Adamın bu sorusuna verilebilecek doğru dürüst bir cevabımız maalesef yok. İsmail Hami Danişmend'in bir yazısında anlattığına göre, Ayasofya keyfî bir kararla müzeye dönüştürüldüğünde, o tarihte Vatikan'ın İstanbul temsilciliği görevini yapan Kardinal Roncalli çok üzülmüş ve Reşit Saffet Atabinen'e Ayasofya'yı müze şeklinde görmektense İslâm mabedi şeklinde görmeyi tercih ettiğini söylemiştir.
Atalarımız, İstanbul'da Ayasofya'yı camiye çevirerek fethedilen şehrin en büyük mabedini camiye dönüştürme geleneğini devam ettirmiş ve gerekli tedbirleri alarak bu büyük mabedin günümüze ulaşmasını sağlamışlardı. Aslında gelenekte bu şekilde dönüştürülen camilere genellikle "Fethiye" ismi verildiği halde, Ayasofya'nın isminin muhafaza edilmesi, bu mabedin fetihten önce temsil ettiği dine ve onun değerlerine duyulan saygıyı ifade etmektedir. Ayasofya hiç şüphesiz bir mabettir ve mabet olarak yaşatılmıştır.
Bu köşede daha önce yazdığım bir yazıda, Ayasofya'yı müzeye dönüştürme sürecinin aslında restorasyon için Gaspare Fossati'ye emanet edildiği tarihte başladığından söz etmiştim. Mimarlık eğitimi gördüğü Milano Brera Akademisi'ni bitirdikten sonra Roma ve Rönesans devri yapılarını inceleyen, başta Pompei olmak üzere birçok arkeolojik kazıya katılan Fossati, daha sonra Rusya'ya gider, çeşitli proje ve uygulamalarıyla göz doldurunca "Saray Mimarı" unvanı verilerek yüksek bir maaşla Rus Elçiliği binasını yapması için İstanbul'da gönderilir. Yaptığı elçilik binasıyla Tanzimatçıların dikkatini çeken İtalyan mimara başta Ayasofya'nın restorasyonu olmak üzere, çok sayıda restorasyon ve bina yaptırılmıştır. Ayasofya'da yapılan restorasyonun mahiyeti ayrıca ele alınmaya değer.
Fossati'nin restorasyon sırasında Ayasofya'daki bütün mozaiklerin üzerini açtığını, o sırada İstanbul'da bulunan Alman W. Salzenberg'le birlikte bunların resimlerini çizdiğini, cami içinde yaptığı Hünkâr Mahfili'nin Bizans stilinde olduğunu, Ayasofya'nın dibine inşa ettiği Darülfünun binasının iyonik sütunlu Grek arkadıyla Tarihî Yarımada'nın Marmara tarafından siluetini tamamen bozduğunu hatırlatmakla yetiniyorum.
İstanbul'da çok iş yapan Fossati'nin Süleymaniye'ye bile el attığını, 1860'larda yapılan büyük tamirat sırasında, kubbedeki klasik nakışları kapatarak yerine Barok-Rokoko ve Rönesans üslûbunda tezyinat yaptığını bilmiyordum. 1958 yılında yapılan tamiratta, Fossati'nin kapattığı klasik nakışlar tespit edilmiş, çürüyen eski sıvalar dökülerek yeni sıva yapılmış ve klasik nakışlar bu sıvalar üzerine uygulanmış; sağlam kalmış horasan sıvalar üzerindeki orijinal nakışlarsa olduğu gibi bırakılmış.
Şu sıralarda devam eden restorasyonda ise Süleymaniye'nin ruhaniyetine ve estetiğine taban tabana zıt tezyinatın altındaki klasik nakışları ihya etmek şöyle dursun, daha önce badanayla kapatılmış kısımların raspalanarak Fossati tarafından yapılan tezyinatın bütünüyle ortaya çıkarıldığını duyuyoruz.
Bunun yanlış olduğunu ayrıca belirtmeye gerek var mı? Fossati belli ki İstanbul'da bulunduğu sürece yaptığı bütün işlerle bir yerlere mesaj vermeye çalışmış. Bu mesajı alamayanlar galiba sadece bizleriz!
Kaynak için tıklayınız.